DOLAR 32,4468
EURO 34,4836
ALTIN 2471,732
BIST 9573,11
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

    Füruzan: Ben kadınım ve yazarım

    Füruzan: Ben kadınım ve yazarım
    05.08.2017
    A+
    A-

     

    Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Füruzan 13 Aralık 2007’de kendi seçimi olan “I Served The King Of England” (Jiri Menzel, 2006) adlı filmin gösterimi öncesinde Mithat Alam Film Merkezi’nde bir söyleşi gerçekleştirdi. Moderatörlüğünü Yamaç Okur’un yaptığı bu keyifli söyleşide Füruzan, Türk sineması üzerine görüşlerini, sinema deneyimini ve anılarını dinleyicilerle paylaştı.

    İlk seyrettiğim filmi çok hatırladığımı söyleyemem. Benim çocukluğum İstanbul’un iki yakasında geçti. Her iki yakadaki sinemalara da meraklıydım ve giderdim. Ama bu bana özgü bir ayırıcı özellik değildir. Çocuklar sinemayı sever. Bir çocuk olsun da sinemayı sevmesin, bu olacak iş değil. Çünkü karşısında karanlıklar içinde olağanüstü bir düş vardır ve o kendisini bu düşün ortaklığında çok iyi hisseder, heyecanlanır, coşkuyla ona katılır.
    Böyle bir zaman anılarımda uçucu şekilde beliriyor. Aslında Kadıköy’de Opera sineması vardı. 1970’lerde orayı yıktılar. Çok güzel bir sinemaydı. Bilmiyorum göreniniz oldu mu yahut büyüklerinden duyanınız. Girişi geniş yayılımlı modern mimariden oluşan etkileyici bir sinemaydı. Bir gün annem beni film görmem için oraya bıraktı. Bir koşulla: Geldiğinde beni alacak. Orada gişedeki hanımki genellikle yün örerdi gişenin arkasında beni de göstererek: “Çocuk filmi” dedi. İşte “çocuk filmi” neymiş ben böyle anladım. Olaylarda elektrikli adam diye biri vardı. Adam hep elektrikle yürüyor. Tek anımsadığım filmi çok beğendiğim. Ve bir kere daha görmek için, film bittiğinde o kısmını unutmadım tuvalete saklandım ve çıkmadım. E tabi kimse aramıyor, ufak bir kız girmiş, ne yapacak tuvalette diye. Sonra annem geliyor beni bulamıyor. Bulamayınca orada neredeyse karakolluk bir olay yaşanıyor. Onlar diyorlar ki “madem bu kadar meraklıydınız çocuğunuzu, bırakmasaydınız”. Bu kavga gürültü dışarıda sürerken ben film başlayınca siperimden çıktım yerime oturdum. Yer gösteren adam geldi, ensemden yakaladı beni, çıkardı dışarı. “Kızınız değil mi bu, tuvalete saklanmış, filmi tekrar seyrediyor” dedi. Tabi bir hayli kötü bir gün geçirdim annemle. Ondan sonra “bir daha katiyen seni sinemaya sokmayacağım” dedi. Dinleyen kim…

    Film Festivali’ne gidenler sizin ne kadar çok film seyrettiğinizi bilirler. Bilinçli bir seyirci haline ne zaman dönüştünüz?

    Bu bilinç sözcüğünün önemini ayırmak istiyorum. Bilinçli halde sinemayla ilişkiniz ancak sizin dünyayla kurduğunuz ilişkinin katmanlarıyla oluşuyor. Okumakla düşünmekle, çevrenize bakmakla ve tüm bunları olayların sinemayla olan bağlantınızda sınamakla oluyor. Ondan önce birçok filme giderdik biz birkaç arkadaş. Filmler kötü olsa da benim en büyük savunmam şuydu: Atları seyrederim, ormanı seyrederim, olmazsa kenarları, kıyıları seyrederim; yani film oynasın ben seyrederimdi. Ama bir süre sonra bu öyle olmadı. Bazı filmlerden çok sı- kılmaya başladım seçerek gitmeye başladım. Peki, seçim nasıl oluyor? Filmleri ayırt etmeye başladığınızda onunla ilişkiniz artık düz bir seyir olmuyor. Görüntülerin arkasına geçebilmeyi başarıyorsunuz, gösterilen şeyin tanımları yapılıyor tarafınızdan. Ne kadar tanım yaparsanız seyrettiğiniz şey o kadar derinleşiyor. Ben çok küçük yaşlarda daha okula gitmeden okumayı çok sevdim ve ilk gittiğim sinemalarda seçim yapamadığım gibi okuduğum şeyleri de se- çerek okumuyordum. Fakat okumalarımda araya karışan farklılığını hissettiğim kitaplarla birlikte giderek okuduklarımda da seçici olmaya başladım. Ve her okuduğumun bana açtığı kapıdan girerek bilgilerimi  buna bilgiler dememiz lazım  derinleştirdim. Bu derinleştirme, sinemada da giderek seçici olmamı sağladı. Bu seçicilik, dünyayla ilgili seyahatimde (bu bir yolculuktu) o kadar çok kapı açtı bana, Gorki’nin üniversiteleri gibi, sinemalar da benim için bir ikinci üniversite eğitimi oldu. Çünkü ben eleştirirken de beğenirken de sözcüklerimi çoğalttım. Dilimdeki tüm sözcükleri bir filmi izlerken onları tanımlayabilecek kadar güçlendirdim. Ve bu sürgit hep böyle oldu, oluyor…

    Derken dünya sinemasındaki akımlarla ciddi olarak ilgilenmeye giriştim. Sinema klasiği nitelemesine değer bulunmuş nerdeyse her yapımı, yönetmeniyle, ülkesiyle, tarihiyle, buna siyaset, toplumsal sarsıntılar dâhil, anlayıp çözmeye çalıştım. Sonunda tüm sanatlar için değişmez ölçümü de buldum. İzleyici ne denli donanımlıysa, izlediğinde, okuduğunda, gördüğünde o denli kapsamlı bir değerlendirme yapabiliyor. Değişkenliklere açık fakat dikkatli olması koşuluyla, Son dönemin önemli yaratıcı yönetmenlerini de unutmamalı. Michael Haneke, Lars von Trier, Romen sinemasındaki yeni adlar Ruslar… Sinemayı önemli yapan şey nedir diye düşünmeye başladım. Sovyet sinemasından bazı örnekler hatırlıyorum. 60’lar da Kozintsev’in Hamlet1 ’i oynadı. Pek çok Hamlet gördüm, bir klasik yapıt olduğu için bu konu hep çekilir. Ama bu Kozintsev’in Hamlet’inin çekimi, babanın ruhu ile Hamlet’in karşılaşma sahnesi, Şostakoviç müziği inanılmazdır. Çok isterdim filmi sizler de göresiniz. Belki gördünüz bilmiyorum. Olağanüstü bir filmdir.

    Sonra Dovjenko’nun filmleri, Eisenstein’in Korkunç İvan 1 ve 2’si. Bu adamların sinemayla ne alışverişleri olduğu, bu beni hep ilgilendirdi. Dünyada var oldukları süre içinde kendi ülkeleri ve zamanlarında yaşanan kültür çatışmaları onları nasıl etkiledi, sarstı diye baktım ve ancak o zaman anladım ki sinema herhangi bir sanat değildi. Çok ‘herhangi’ olabilen binlerce örneği var ama herhangi bir şey olmayıp ağırlık taşıyan bir sanat olmayı bu tür adamlara borçluydu. Çünkü onlar sinemayı salt bir eğlence olarak düşünmüyorlardı ve filmleri sinema tarihinin ba- şındaki filmlerdi. Şarlo2 da öyledir biliyorsunuz. İnsanlık serüveninde aldıkları yeri kanıtlamak istercesine düşünüp çalışıyorlardı ve sanatçıydılar. Çünkü sanat duyarlılığı ta- şımayan ve bu bilgilere sahip olamayan insanların bu denli iyi film çekmeleri olanaksız.

    Sevgili Atıf Yılmaz ağabeyimiz, “Sinema çabuk eskir” derdi (birçok yerde bu konuşması çıkmıştır). Ben bir şey söylemezdim, çünkü o kadar film çekmiş. Çok da sevgili bir insandı, yumuşak, dost bir insandı. Sevimlilik biliyorsunuz tehlikeli bir şeydir insanı kolay susturur, “Ama Atıf ağabey, öyle demeyiniz” diyemiyorsunuz ki. Terbiyeli terbiyeli dinlerdim. Oysa binlerce filmi düşünün, çoğunu anımsamanız olanaksızdır. Ama Dovjenko, Eisenstein, J. L. Godard, İtalyan yeni gerçekçileri, sayıları epey çoğaltılabilecek değerli önemli yönetmenler. Bunları hatırladığınız zaman ‘modası geçmiş bir sinema’ nitelemesini onların yanına koyamazsınız. Birçok örnek var böyle, çağımıza yaklaştığımızda da var. Onun için sinemaya olan ilgimi, hani o film düşkünü çocuk kısmından kesip buradaki zeminde anlatmak isterim. Çünkü beni sinemada etkileyen yön orada başlıyor.

    Aslında bir açıdan da siz şanslı bir zamanda yaşadınız. Özellikle gençliğinizi yaşadığınız zamanlar yönetmen sinemasının, sanat sinemasının çok kuvvetli olduğu 1950’lerin sonu ve 60’lar.

    O filmler geldi değil mi Türkiye’ye?

    Geç geldiler, ama geldiler. Türkiye’ye öyle dünyayla ilk gösterimlerle birlikte filmler gelmiyorlardı ama yinede etkiliyordu geldikleri zaman. Şimdi dünya ile birlikte aynı anda gelenler çok çabuk yok ölüp gidiyorlar. Hani var ya ‘ilk gösterimi dünyayla birlikte’, şimdilerde o en büyük duyuru. Üstelik tekrarın tekrarıyla dolu filmler çoğu.

    Türkiye’de sinemanın sanat olarak algılanması daha 1960’larda başlayan bir süreç. Türk sinemasına baktığımızda 1950’lerde geçiş dönemi var, 60’lardaysa yavaş yavaş daha farklı sinema dillerine geçiş. O dönem Sinematek ile bir ilişkiniz oldu mu?

    Olmaz olur mu? Sanırım 20. üyesiydim. Orada yine Sovyet sinemasından birçok örnek izledik, çeviriler biri tarafından nerdeyse anında yapılıyordu. Sonraki yıllarda bir süre İstanbul Film Festivali’nde de böyle sürdü. Ben hiç yadırgamadım her iki durumda da böylesi çeviriler beni filmlerden koparmıyordu asla. Asıl titizlik gösterilen seçilenin sanat niteliğinde olmasıydı bence. Bir gün arkamdan birisi dedi ki: “Böyle olmuyor çevirenle izlemek”. Ben de “Niye? Gayet iyi” dedim. Kadın bana hayretle baktı. Biri bana yanımda ya da uzaktan durmadan çevirebilir izlediğimi ve ben yine de filmle ilişkimi kurabilirim. Diyorlardı ki ya altyazı girilsin ya da dublaj olsun. Zaten dublaj benim sevdi- ğim bir yöntem değil.

    Bu türlü zengin bir sinematek dönemi yaşandı. Ve orada benim ilk gördüklerimden biri de Piyanisti Vurun (Tirez Sur la Pianiste, 1960) filmiydi Truffaut’nun. Çok heyecan verici bir şeydi. Çünkü o güne kadar kendinize göre bir yol, yöntem bulduğunuz sanısıyla bir gösteriye giriyorsunuz. Başka bir anlayışla tanışıyorsunuz, büyük Yeni Dalgacılarla.

    “Beğenmeler” beğenmemeler tedirgin eder beni. Hani “Ben bu filmi beğenmedim”, “Ben bu filmi beğendim” en kolay en tembel laftır. Hiç değerlendirme zahmeti taşımayan böylesi bir yaklaşım… Beğenmezseniz çok rahatlarsınız. Benim kimi gördüğüm filmlerde bazı zamanlarda çok yadırgadığım şeyler oluyordu. Hatta bazen diyordum ki ben pek de akıllı değilim galiba, hiçbir şey anlamadım. Ama ısrarla beğenmedim demiyordum. Çünkü bir şey vardır gösterilende seçkin bir yönetmen gerçekleştirmişse. Sonra o anahtar sözcüğün beğenmemek olmadığını anladım ve tabi bütün sanatlar gibi sinemanın da karşı taraftan çok şey beklediğini böylece öğrendim.

    Benim son zamanlarda çok sevdiğim derinlikleri olan bir yönetmen var: Alexander Sokurov. Onun İstanbul Film Festivali’nde Rus Hazine Sandığı (Russian Ark, 2002) filmi oynadı. Bilmiyorum gidip gördünüz mü? Sokurov’un kaderi böyle: “A bu adam meşhurmuş” deyip biletleri alıyorlar. Bu benim gösterilerde çok karşılaştığım bir durum. Lafı edildiyse yönetmenin biletler alınıyor. Herkes içeri giriyor. 20 dakika sonra sinema boşalıyor. Beş altı kişi kalınıyor. Kalanlar büyük bir ilgiyle yahut belki de sabırla filmi seyrediyor. Rus Hazine Sandığı da böyle oldu. Ve ben o zaman yeniden anladım ki bunun altını ikide bir çizmekteyim çünkü gerçekten önemli, sizin donanımınız ne kadarsa yapılan şeyle bağ kurmanız da o ölçüde oluyor. Alexander Sokurov bence çok önemli bir sinema adamı. Kolay biri değil, zor mu hayır değil. Tek planda çekilmiş bir filmlerde müzeye Ermitaj’a giriliyor. Bir baloyla başlıyor ve baloyla bitiyor film, o balo 19. yy. Rus edebiyatının bir büyük Tolstoy anlatımlı balosu gibi. Bütün bir Rus tarihiyle kar- şılaşma var. Baloda bir yerden bir yere kayıyoruz ve orada İran sefiri olan Şah’ın genç oğlu bir iyi niyet ziyaretindedir. İran seferine çıkmış olan Ruslardan bahsedilir. İçlerinden biri Gribiyedov3 ’dur. ‘Akıldan Bela’nın yazarıdır kendisi. Orada öldürüldüğü için Ruslardan politik bir özür dilemedir bu bir anlamda. Yüzyılın ünlü Rus edebiyatçılarını, müzikçilerini, siyasal erkini bilmiyorsanız filmde boşluğa düşülür ya da ilgilenilip sonradan öğrenilebilir. Şimdi siz Gribiyedov’u bilmiyorsanız, 19. yy. Rus edebiyatını ve hayatını, Tolstoy’u ve bütün o çağın yazarlarını bilmiyorsanız bu film sıkıcı gelebilir. Olsa olsa bir tek teknik yapısını seyredebilirsiniz. Tek planda bu adam bütün bunları nasıl yapıyor diye. Epey de uzun bir film.

    Donanımınız ne kadar genişlerse, filmlerinde sanat taşıyan bu tür sinemacılarla ilişkiniz o kadar güçlü oluyor. O zaman sinemayı daha da seviyorsunuz. Artık birçok filmi seyredemiyorum. Çünkü o filmlerde bir çeşit aptallık katsayısı var. Vaktimi orada harcamak istemiyorum. Visconti’nin dediği gibi “Sinema yapabilmek için çok donanımlı olmak lazım”. O hem baleden anlıyordu hem operadan anlıyordu, hem edebiyattan büyük bir estetik duygusu vardı. Onun için de olağanüstü filmler çekti. “Ben sinemayı çok seçkinleştirdim” demek istemiyorum ama, sinemanın kimi yapıtlarının hayatının süreceğine olan inancımı kanıtlamak için bu adamları anlattım.

    60’lı yıllardaki politik sosyal konjonktüre göre, filmler geliyordu ama tartışma boyutu ne kadardı? Üyeler Sinematek’te tartışıyor muydu? Yeni sinema dergisi çı- kıyordu o dönemde. Bir hareketlenme var mıydı?

    Ben o tartışmaların içinde olan biri değildim fakat dergileri alıyordum. Hatta ben tanınan biri de değildim. Sadece ‘sinemaya çok meraklıdır’ diye bilinirdim, hâlâ da öyledir. Okumaya plastik sanatlara olan merakımı bulunduğum ortamlarda ilan edemediğimden başladım. Yani işin şakası ‘A ben sadece sinema meraklısı değilim, çizerim okurum da diyemediğimden böyle bu durumda yaşandı o yıllar. Onat’la bile tanışmıyordum. Daha sonra tanıştım, oysa İshak adlı öykü kitabını çok severek okumuş- tum. Hâlâ da çok severim. Sinemayla olan ilgi, sözcükler ve tanımlarla kimliğim zenginleştikçe, yönetmenlere olan ilgim de yoğunlaştı. Çünkü onlarla filmleriyle çok değerli metinleri okumuşçasına ilişki kurabiliyordum. Onlar bir enerji koyuyorlardı filmlere ve o enerjiyi söze geçirebiliyordum, tanımlıya biliyordum. Sinemada enerji bence salt belli bir ritim, belli bir hız filan değildir; bir duruş, bir duruşun arkasındaki bir diyalogtur.

    Kitaplarınızın sinemadan beslendiğinizi görmek mümkün. Sinema sizin edebiyatçı kişiliğinizi ne kadar etkiledi?

    Bu güzel soruya uçarı bir cevap vermek istiyorum. Benim sinemayla olan ilişkim çevremde birazda alaya alınarak biliniyordu. O sırada sinematekteki tartışmalara katılmıyorduk ama benim değişik bir grubum vardı. Bu grupla sessiz film oyunu oynardık. Grup ikiye ayrılırdı ve beni aralarında paylaşamazlardı çünkü ben onların kanısınca dehşetli bir anlatıcıydım. Öyle bir ün kazanmıştım: Füruzan’ı grubuna alan oyunu kazanır. Sinema üzerine bahse tutuşuluyordu. Kazanan grup öbür grubu sinemaya götürüyordu. Benim sayemde, ben de dâhil, cabasından çok sinemaya gittik. Sonunda dediler ki ‘Hayır Füruzan artık oyunda oynamayacak’. O zaman aralarında daha hakça bir denge kuruldu, kimi zaman bir grup gidiyordu sinemaya kimi zaman öteki, ama beni artık kimse götürmüyordu!

    Tabii bir etkisi var sinemanın edebiyatçılığıma. Fethi Naci, yazdığı bir eleştiride Benim Sinemalarım için diyor ki orada bir kamera ve yazarın kadrajı vardır adeta: Baba gelir sindiği yatağından kızı çıkarır. Tamamen bir plan, o planı görürsünüz. Ama çok önemli derin bir şeyde ekleniyor değerlendirmesine sonra. Bir sinemasal anlatımı var Füruzan’ın fakat içeriğini de dolduruyor, bir plan çizmiyor sadece.

    Şimdi aslında çok sevgiyle saygıyla hatırladığım Ömer Kavur’a geçmek isterim ki çok erken ölmüştür, sanırım hepimiz öyle düşünüyoruz. Bir gün bana haber yollamıştı, Ah Güzel İstanbul’u filme çekmek istiyorum diye. ‘Senaryoyu yazar mısınız?’ dedi. Ben de büyük bir içtenlikle dedim ki “Ben senaryo yazmayı bilmiyorum ama size bölümler yazar yollarım”. Karşılıklı oturduk bana senaryo nasıl yazılır tarif etti, beğenmedim. Kız gelir kapıyı açar… Şimdi bu ne? “Ben bunu yazarım kolay ama yazdığımı hiç be- ğenmem” dedim. Çok güldü, Ömer Kavur, “Allah Allah” dedi “Ben bir şey anlamıyorum, hem yazıp hem beğenmemek”. “Yok, hayır, böyle bir şey yapılmaz” dedim, “Ne olacak şimdi ben bu kurulukta yazacağım? O kapı hangi kapı olacak, Ömer Bey” dedim. “Ne demek hangi kapı?” dedi. “Kapının rengi nasıl olacak, boyu nasıl olacak, kız nerden çıkacak? Siz kapı diyorsunuz, ben onu da anlatmalıyım dedim. Nasıl bir kapı, eski mi?” Çok diretmedi bu konuda. Hemen “Yaz sen” dedi. “Peki” dedim ben de, “Yazayım”.
    O sıra Berlin’den yeni dönmüştüm. Türkiye’nin çok kötü bir zamanıydı, Eylül 1980. Bir arkadaşım dedi ki “Sen İstanbul’da kalma çok tatsız şeyler oluyor. Bodrum’da benim bir yerim var, boş, git orada yazmaya başla”. Sonra Ömer Kavur’a “Böyle yapabilir miyiz?” dedim “Tabi yapabiliriz” dedi. Ben “Üç günde bir otobüse veririm yazdıklarımı, size yollarım” dedim. Ve gerçekten ben Ah Güzel İstanbul’u yazmaya giriştim. Kapı, masa, o masanın örtüsü, arkadaki perde. Hepsi var. Kadın şöyle giyinir, kolunu şöyle koyar, yolladım beğendiniz mi diye sordum. Yolladım. “Çok teşekkür ederim, fakat ben bunu bir işletmeciyle çekiyorum, o kadar fazla detaya giremiyoruz, yani kapı şöyle, perde böyle gibi”. Ben “Yazık sizin için üzüldüm” dedim. Konuyla ilgili son sözüm bu oldu.

    Sonra film çekildi gösterime girdi beğenmedim. Değerlendirmemi sordular. Varlık Dergisi’nde yazdığım için burada açıkça söylüyorum, çünkü söylediğim şeyleri yazdıysam söylerim, yoksa söylemem. Ben de ‘Film niye olmadı, niçin iyi değildir o film?’ diye yanıtlayıp yazdım. Yayınladılar. Fakat film Ömer Kavur’un kendi söylediğine göre en çok para kazanan filmi oldu, çünkü onun değerlendirmesine göre bir duygu geçiyormuş seyredenlere. Olabilir. Ve Ömer Kavur benimle üç yıl konuşmadı, küstü. Sonra üç yılın sonunda bir festivalde karşılaştık, Emek’te. “Gel ben seni yanaklarından öpeceğim” dedi. Güldüm ben de. “Peki, ben ne yaptım küsmeler filan” dedi. “Hiç önemli değil” dedim. “Filmi mahvettim haklısın çünkü bir işletmecinin koşullarıyla çektik filmi” dedi. Parayı veren yapımcı “Hadi çabuk bitirin” demiş.

    Ben Ömer Kavur’un sonraki filmleri içinde Anayurt Oteli (1987) ile Gece Yolculuğu’nu (1987) gerçekten beğendim. Anayurt Oteli başarılı bir edebiyat uyarlaması. Gece Yoluculuğu da Ömer’in dünyasını o kadar içten anlatan bir filmdi ki…

    Sonra yıllar geçti, ‘Gecenin Öteki Yüzü’ kitabım çıktı. Okan Uysaler diye bir yönetmen vardı. Ankara’da. Film çekiyor TRT’ye. Kısa metrajlı hoş filmlerini de görmüştüm. Bir gün telefon açtı, “Sizin ‘Gecenin Öteki Yüzü’ adlı uzun öykünüzün filmini yapmak istiyorum” dedi. “Sağ olun, ben dizi sevmiyorum” dedim, “Sadece dört beş bölüm olacak, alışılan dizilerden değil” deyince “Peki, o zaman görüşelim” dedim. Sonra “Yalnız bir koşulum var, senaryoya ben karışırım” deyince sesi değişti “Öyle bir şey olamaz, ben senaryolaştırmayı isterim” dedi, “O zaman sanırım çekemeyiz” dedim.

    Yine de geldi İstanbul’a. “Peki, dedi, senaryoyu birlikte yazarız.” “Bu öykünün kendi dünyasının sizin tarafınızdan iyi verileceğini bildiğim için konuşmanın bu kısım iltifat kısmıbirlikte yapalım peki” dedi. Ve biz gerçekten oturduk (o baştaki giriş yok, bu diziye kendi koydu onu) senaryoyu oluşturmaya başladık. Bir hayli uzun sürdü çalışma. Senaryo bittikten sonra anlaşmayı imzaladım ben. Tuhaf bir şey. Çok hoş bir sinema tutkusu olan adamdı Okan. Bir şey yaparken kendini zorlayan coşkulu bir insandı. Sette sürekli koyu nescafe içiyordu. Neden öyle yaptığını ben anlamıyordum. Ve çok genç yaşta da ne yazık ki kalpten öldü. Fazladan bir koşul daha koymuştum: “Çekim boyunca sürekli sette olacağım, yoksa imzalamam anlaşmayı!” diye. Bundan hiç hoşlanmadı Okan haklı olarak. Ben de olsam sinirlenirim.

    Bu kuralı niye koymuştunuz?

    Bakacağım ne yapıyor diye. Vır vır konuşacağım yani. Çok hoş bir katılım değil ama bunu yapabilirim diye düşündüm. Okan Uysaler anlaşmayı imzalayabilmek için buna da evet dedi. Ondan sonra başladık. Ben bir de Gülsün Karamustafa yanımızda olabilir dedim. O ara Gülsün, Atıf ağabeyle çalışıyordu. Çünkü biliyorum ki Gülsün ben ne dersem onu yapacak. Böyle küçük küçük kurnazlıklarım var o sıralarda. Ayrıca değerli bir ressam Gülsün. Neyse Gülsün geldi. Nerde çekelim diye düşünüyoruz. Gülsün dedi ki Bir plato yapalım, ev içi çekimleri rahat olur teknik açıdan”. “Yok dedim, olmaz. Yaşanmış geçmişi taşıyan bir yer bulalım”. Gerçekten şimdi otel olan Vardar apartmanını bulduk, iyi ki de orası kullanıldı. Aradaki duvarlar kaldırıldı çekim rahatlığı olsun diye. Ve biz filme başladık. Çekimler altı – yedi ay sürdü sanırım.

    Okan ilk zamanlar her sabah 5’te 6’da gelip her gece 1’de, bazen sabaha karşı süren çekimleri bildiğinden en çok bir ay sonra cayarak gelmem diye düşünmüş. Bunu söyledi bana sonra. Bense bir tek Kars çekimlerine gitmedim. Beş gün Kars’a gittiler. Tüm çekim boyunca setteydim. 1987 yılıydı üstelik müthiş bir kış oldu İstanbul’da. Sokaklarda kar duvarları yükseldi. Prodüksiyon ekibi beni almaya geldiklerinde sinir içindeler çünkü arabaları saplanıyor kara. O film böyle bitti.

    Bu arada filmin sonlarına doğru ünlü bir yapımcı geldi sete: Kadri Yurdatap! “Yahu Füruzan hep burada mı?” dedi Okan Uysaler’e. Konuşmalar da epey komikti, Okan “Öyle, Kadri Bey hiç bıkmadan geldi” dedi. Benim elbette yardımım oldu, tabii sonuçta Okan’ın filmidir senaryo ortak bir senaryo. Kadri Yurdatap “Bana bir film yapsana” dedi. Bu doğrudan doğruya bana söylenmiş bir şeydir. Bu yedi aylık süre içinde yoğun bir sinema çıraklığı yapıyorsunuz. Yedi ay sabah altıdan gece on ikiye hatta sabaha kadar hep settesiniz…“Ama benim bir önerim, var, Kadri Bey biz bunu Gülsün’le yapalım” dedim. “Niye?” diye sordu. “Daha iyi olur dedim, iki kişinin paylaşması”. “Peki, öyle olsun” dedi Kadri Yurdatap, gitti.

    Neyse dizi film de bitti. Kadri Yurdatap yeniden çağırdı, gittik. Konuşurken devamlı benimle konuşuyordu. Sonunda biz anlaştık. Tek konuştuğumuz konu, şu şöyle olacak, burası böyle çekilecek… Ama para falan hiç konuşulmadı. Benim konuştuğum tek şey “Atlas sinemasına şu perde takılacak, kenarının kıyısı böyle olacak, çocuk sineması şöyle olacak”.

    Böylece filmi çekmeye başladık. Öncesinde uzun süre oyuncu aradık. Ben hiç görülmemiş yeni bir yüz istiyordum, bilinmedik bir yüz oynasın. Konservatuvara gittik, orada bir genç kız bulduk “Siz bunu oynar mısınız?” sorusuna, “Ben Zeliha öğretmenden izin almak zorundayım” dedi. Çünkü Zeliha Berksoy yerli film konusunda titizleniyormuş, “Tabi dedim, alabilirsiniz”. İzin alamadı, yerli film olduğu için. Ben gerisini anlatmayacağım. Olmadı ve o genç kız bu filmde oynayamadı.

    Sonunda birgün Kadri Yurdatap gelip “Hülya bekliyor” dedi. “Hangi Hülya?”. Benim zaten yerli film bilgim çok zengin değil. Ömer Lütfi Akad gibi, Metin Erksan gibi de- ğerli önemli yönetmenlerin adamakıllı izleyicisiyim ama o sıralar değişen şeylerle ilgilenmemişim. “Hangi Hülya?” dedim, “Hülya Avşar” dedi. O sıralar çok ünlenmiş o. “Ne olacak?” dedim, “O oynamak istiyor” dedi. Ben irkildim, “O mu oynamak istiyor?” Ve bizim serüven başladı. Kalkıp biz iki hatun, Etiler’de ‘Kırık Tarak’ adlı ünlü kuaföre gittik, baktık Hülya Avşar orada oturuyor, terbiyeli, çok zarif, kalktı karşıladı bizi, neler yapacağımızı anlattım. “Siz dedim, çok yanıksınız, bu kız öyle denizde güneşlenen biri değil”. Her şeye evet dedi. “Saçıma kaynak yaparım, beyazlanırım, denize girmem”, ben şaşırdım. Ve sete çıktıktan itibaren, Hülya bir tek gün denilen hiçbir şeyin dışına çıkmadı. İlk geldiği gün makyaj yapmıştı. “Hülya bakın dedim, siz burada 15 yaşında bir kızı oynuyorsunuz, kamera görüyor böyle görmemeli sizi”, indi aşağıya muslukta yıkadı yüzünü geldi. Ve Hülya bütün film boyunca o acayip yoksul basma elbiseler, takır tukur pabuçlarla, makyajsız bir haldeydi. İnanın bir tek gün starlık taslamadı. Başarıyla istekle yorumladı karakteri.

    Sonunda film bir noktaya geldi, Kadri beyin parası bitti, filmi durdurdu. Geldi dedi ki “Bende kalan para bu, siz de bu filmi bitirin”. “Bitirmem, eksik kalacak, bunların olması gerekli çünkü senaryo benim senaryom” dedim. “Yok bitirin dedi”. Gitti. Bir süre sonra Yavuz Özkan’la karşılaştım, Ferhan Şensoy’un tiyatro pasajında. Ben adamakıllı sinirliydim. “Ben bu filmi bitirmiyorum, çekmeyeceğim dedim Yavuz’a”. “Füruzan sakın öyle bir şey yapma” dedi Özkan. “Adam şunu çıkar diyor, bunu çıkar diyor” dedim, “Tamam, senaryonu yeniden yoğunlaştır, kesinlikle bir şey yap filmini bitir” dedi. Kadri Yurdatap haber yollamış bir de, “Ben filmi bitiririm” diye. Telif avukatı bulduk, avukat demiş ki telif, eser sahibine aittir, onun için bunu yapamaz. Bunu öğrenince ben tekrar filme başlamak için gittim. Kendisine dedim ki, “Şimdi bir kâğıt imzalayacağız sizinle ilk defa”. Şaşırdı. Ve böylece bu film kışın çekildi. Yaz filmi. Plaj kısmında herkes mayo giyiyor titriyor. Orada filmin ilk kameramanı gelmiş bana diyor ki, “Füruzan Hanım, eğer bu yazsa her gün 12’de çekilmeli yani aynı ışıkta, ışık sürekliliği önemli” diyor. “Aa dedim, çok iyi, bakın ben bunu hiç bilmiyordum, yani güneş saatini takip etmem gerektiğini ilk sizden öğrendim”. Sette adamakıllı sinirlendim. “Ben bunları biliyorum efendi” dedim, ama burada bu film bitirilecek şimdi. Laboratuarda mümkün olduğu kadar uygun bir hale getirilir ışık değerleri. Onlardan da benim haberim var” dedim.

    Kış ortasında yine Atlas sineması çekiyoruz. Benim üzerimde kocaman kabanlar, herkes kalın giyinmiş, oyuncular hep yazlık giysilerle ve içlerinden bir figüran kadın titriyor. Ertunç Şenkay dedi ki “Füruzan Hanım kadının titremesini kamera kaydediyor”. Ama kadın haklı, yani sı- caklık eksi 1 derece filan. Kadına “Şimdi titreme, dolly tarayıp geçince titrersin” dedim. “Peki, öyle yapayım” dedi kadın. Bir yaz filmini böylece kışın çektik. Ayrıca filme uzun aradan sonra ikinci kez başlarken Hülya Avşar da şarkıcılığa başladı. Kadıncağız gitti saçlarını da kestirdi, kaynakları söktürdü, haklı. O kadar hoştu ki gelip bana “Füruzancığım ensem yara oldu –kaynak yapınca yara yapıyormuş–bunları çıkardım” dedi. “E iyi ettiniz” dedim.

    Başlıyoruz ama Hülya şarkıcı oldu. Hülya’nın bütün kalan sahneleri gece çekilecek. Kadın da gece Maksim’de şarkı söylüyor. Kadri Yurdatap’a “Siz konuşun” dedim. “Ben konuşamam” dedi. “Peki, kim konuşacak?” “O seni çok seviyor, sen konuş” dedi. Haydii… Hülya’ya gittim. O da beni sevgiyle sarılarak karşıladı. “Hülya filmi bitirmemiz lazım”. “A nasıl yapacağız?” dedi, “Çok soğuk biliyorsunuz sesim gider”. O kadar hoştu ki çekinirken haklıydı da. “Hülya” dedim “Beş altı günlük iş var bunu yapmak zorundayız. Ve inan bu film iyi bir film olacak”. “Ben inanıyorum elbette. Öbür çektiklerime hiç benzemiyor” dedi. “Ama yine mi kaynak mı yaptıracağım. Ben yanıtlamadım ne diyeyim.” Sonra bu bir saç taktırdı kendine. Geldi. Tuhafiyeciden çıkıp muhallebiciye girdiği, şimdi yerinde olmayan kuyumcu Franguli’nin önünden geçtiği bölüm. O takma saç o kadar fena abartılı duruyor ki. Şimdi ne yazık ki filmde bu planı tekrarlamaya da olanak yok. “Hülya gel iş kopyasını gör. Ne biçim olmuş saçın. Sen git yine saçına kaynak yaptır, kalanları öyle çekelim ne dersin olur mu?” dedim. Bakın o Hülya gidip yine kaynak yaptırdı. Ve o so- ğukta, basmaları giydi, bir yandan da ‘sesim gitti’ diye diye filmi tamamladı.

    Bu arada İstanbul Film Festivali’nde film ilk filmler kısmında oynadı. Ve Cannes’dan gelen bir grup, Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenlerin Yedi Günü ve Altın Kamera’ bölümüne seçtiler filmi.

    Filmin Paris Sinamatek’inde oynatıldığı akşam birden Abidin Dino salona girdi. Nasıl sevindim anlatamam, ilk tanışmamız Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Çankaya Köşkü’ndeki sanatçılar için yaptığı davette olmuştu. Ben Dino’yu fotoğraflarından tanıyordum. Onu gö- rünce yanına giderek kendimi tanıttım. Ülkesine dönmüş olmasından konan yasağın kalkmış olmasından duydu- ğum sevinci açıkladım. “Belki sevgili dostunuz Nâzım Hikmet de hayatta olsaydı şu an aramızda olabilirdi” dedi- ğimde yüzünde beliren hüznü aynen anımsıyorum. Nasıl sevgi, bilgi dolu insanlardı onlar. Film çok yolculuk yaptı. Ödüller aldı. Eğer o film bu başarılar elde etmeseydi inanın 3,5 yıl boşa gitmiş olacaktı. Ve film karışıp silinip gidecekti bir yerlerde.

    Cannes’a seçilen her film Paris’te Sinematek’te oynatılır. O zamana kadar Fransa’ya gidip geldiğimde Abidin Beyler’i arayıp rahatsız etmek istememiştim. Abidin Dino çok beğendi filmi. “Özgün, duyarlı, iyi bir film” dedi. Aslında çok daha önemli bir açıklama yaptı. “Bak Füruzan, ben Sovyetler’de filmi çektim, o arada birçok film gördüm, inan senin filmin başarılı bir film olmuş, ama şansı da olmuş. Çok iyi filmler vardır, kendilerini ortaya çıkarma yolu bulamazlar” dedi, işte bu film o yolu buldu. Cannes’a seçilmesi ona çok önemli bir sıfat bir kimlik ekledi”.
    Şimdiyse filmin şu anki haline bakalım: Bir kere film Sayın Kadri Yurdatap’a uzun geldiği için Memduh Bey’le oturup montaj yapmışlar, filmden bölümler yok. Kesilmiş TRT’de ‘ahlaka mugayir’ bulduğu için yeniden bir yerleri kesmiş. Geçenlerde bir arkadaşım yurtdışından telefon etti, “Gazetede gördüm, sen takip etmezsin, bir kanalda filmin tekrar oynuyor” dedi, ben de oturup filme baktım filmde o kadar can alıcı noktalar kesilmiş atılmış ki… Düşünün siz bir film yapıyorsunuz, tüm bu anlattıklarım çekimlerde eziyetle yaşanmış bir zamana aittir; bundan maddi bir çıkarınız olmuyor, en büyük kazancınız filmin kendine açtığı yollar. Film kendine yol açıyor. Ve onunla bir dünya yolculuğuna çıkıyorsunuz. Aldığı ödüller var.

    Önemli sinema yazarları olumlu yazılar yazdı. Cannes’ın resmi dergisinde de yazıldı, bir Hong Kong filmiyle karşı- laştırılırken (yine ‘bir kızın sokağa düşmesi’ üzerine öyle tarif edilir ya bu tür bir filmler o Hong Kong filmindeki anlatılanın asla Benim Sinemalarım gibi derinliği özgünlüğü yok değerlendirmeleri yapıldı.

    Bu film şimdi Nasrettin Hocanın ‘kuşa benzedin şimdi leylek’ hikâyesine dönmüş. Şu kısım yok, bu kısım yok, o kısım yok. Plaj kabinine giriliyor pat diye çıkılıyor. Bir yerden geçiliyor, orada bazı kadınlar vardı, ama şimdi yok. Filmden birçok yer yok. Ve film şu anda bu halde.
    Sonra Boyut, CD’sini basmış. Ben Metin And hocayla bir çalışma yapıyordum. O çok ilginç bir adamdır, bilirsiniz herhalde. Ankara’daki çalışma boyunca “Nasıl film o, ben onu seyretmem, ben artık tiyatro seyretmem, opera seyretmem çünkü zamanımı kendi kitaplarımı bitirmeye ayırdım vaktiyle çok seyrettim. Benim kendi işlerim var” diyen ilginç bir adam. Ben “Tabi seyretmeyin hocam, niye filmi bana soruyorsunuz, yok ki film bende” diyorum. Derken merak etmiş kendisi Boyut’un çıkardığı CD’yi almış, bir gün Ankara’dan beni aradı. Dedi ki “Füruzan ben bu filmi çok beğendim, ama bu filmin sonu nasıl? Yok gibi”. “Nasıl yok?” dedim. “Yok. Bana mı öyle geldi, ama sanmıyorum, bunun sonu yok. Geliyor geliyor pat diye bitiyor” dedi. Sonu şöyleydi diyorum, “Yok öyle bir şey” diyor. Bir arkadaşım almış o da aynı şeyi söyledi.

    Ben de Kadrir Yurdatap’a dedim ki “Bakın siz filmin haklarını satmışsınız; iyi, satıyorsunuz, ama bu filmin CD’de sonu yok”. “Aa öyle mi basmışlar, bilmiyordum, uzun gelmiştir” diye bir yorum yaptı. Yani satıyorsan nasıl uzun gelmiştir? Hayır, bu matine suare mi oynuyor, CD’yi alan evinde oynatacak. Böyle saçma bir durum yaşanıyor.

    Ve onun için bundan sonra yapacağım hiçbir görsel şeyde tüm hakları bana ait olmadıkça 3, 4 yılı daha harcamak istemem. Bir de düşünün o film değerli Abidin Dino’nun dediği gibi bu türlü önemli etkinliklerde yol almasaydı? Sonunda ‘insan ruh veremi olur’. 3.5 yılı da böyle uçar gider filmle. Tabi müzik de gitmiş, pat diyor müzik atlıyor. Benim ilk yönetmenlik serüvenimin sonu bu.

    Bizim iki arkadaş bir saflığımız olmuş, “film çekelim” demişiz. Tamam, o zaman siz yapımcılar da saygı gösterin. Bir film 110 dakika olmayacakmış. Ölçü 90 dakika. Her film 90 dakika olacak. Zaten insanlar da öyle bir hale gelmiş ki 2 saatlik filmi seyredemiyorlar. Sanki çok büyük iş- leri var. Eve gidip televizyona bakacaklar. Bu, kalabalığa hızlı servis bir anlamda. Ben o kalabalığın içinde değilim. Biliyorum ki bazı kişilerde değil, iyi ki değil. Şimdi bir film daha çek diyorlar, Nasıl, hangi koşullarda? Bana değerli yazar Vedat Türkali de demişti ki “Bak Füruzan sen şimdi bir film yaptın, film de kendine çok iyi şanslar yakaladı, aman ha şimdi bir tane de yaparsan beş senen daha geçer, benim gibi seksenlerinde kitap yazmaya başlarsın. Hiç vaktin kalmaz” dedi.

    Şimdiye kadar iki kitabınız sinemaya uyarlandı. Siz kendi kitaplarınıza baktığınızda bir yapımcı olsaydınız ya da paranız olsaydı hangi kitaplarınızı filme çekmek isterdiniz?

    Son kitabımdaki Sevda Dolu Bir Yaz’ın film olmasını çok isterdim. Çünkü çok etkili bir film olabilir diye düşünüyorum. Ama eksiksiz gür bir prodüksiyon gerekiyor. Hem bir zaman filmi, hem o dönem yaşamış karakterlerin iyi yorumlanabildiği film olarak.

    Sinema kurmacaya dayalı bir sanat. Siz kitaplarınızı nasıl kuruyorsunuz? Nasıl bir yazma pratiğiniz var?

    Bunun yanıtı sanırım şöyle. Hayatın bütün sahneleri iç içe geçtiği zaman bir kurgu oluyor. Hangi sahneler bunlar? Mekân, kokular, zaman, ışıklar, insanların oradaki var oluş biçimleri, ilişkileri, o var oluşun karmaşıklığı ve geçtiği yollar. Bunların hepsi orada bir kitapta edebiyatta yer alıyor diye düşünüyorum.

    Sinemayla olan bağlarımı sakınmasızca anlattım fakat edebiyatçılığımı anlatmakta o kadar başarılı olamayabilirim. Çok ayrıntılı yazdığım söylenir. Ama şurayı bulunduğumuz yeri bile ayrıntısız anlatamazsınız. Ki çoğunluğu yapay malzemelerden üretilmiş oturmalıklardan, mikrofondan diğer araç gereçlerden oluşan bir salon burası.

    Zamanın gizlenemediği yerlerden biri, çoğu günümüz malzemesidir çevremizde. Yine de bütün kesitleri, renkleri söylemeden burayı betimlemeniz, fotoğrafla değilse eğer, zordur. Onun için ayrıntılar önemli. Dediğim gibi, mevsimler, koku… Yani hepimizin hayatında önemli olan zamanın zenginlikleri, hüzünler, mevsimler fark ettiğimiz ölçülerde önem kazanan bütün şeyler. Belki ben bu katmanları çok yoğun duyumsuyorum. Yazım biçimime gelince bütün şeylerde olduğu gibi edebiyatta da eksiksiz çok iyi bir matematik kurmak lazım. O matematiği ister istemez kuruyorsunuz. Çünkü sanat bütünlüğü olmadığı zaman, sanat olmuyor.

    Edebiyattaki gözlem gücü ve kurmaca faktörü hep ilgimi cezbeder. Mesela mekân kullanımında. Nasıl olur da daha önce o mekânda bulunmadan o kadar ayrıntıya girilebilir?

    Onun için örneği kendimden vermeyeyim. Balzac, Boulogne ormanlarına hiç gitmemiş Paris’te yaşadığı halde. Ama Boulogne’u en iyi anlatan yazarlardan biri denilir. Bizim önemli yazarlarımızdan Orhan Kemal ve Kemal Tahir böyle bir konuda tartışıyorlarmış. Orhan Kemal galiba “Baba olmayan babayı yazamaz” deyince Kemal Tahir de şöyle bir cevap vermiş “Goriot Baba’yı yazdığında Balzac baba mıydı?”. Sanatta bu türlü tanımlar da var, ama bu tür yaklaşımlara doğru değerlendirmeler diyemem. Suç ve Ceza’da Raskolnikov tefeci kadını öldürdüğü zaman Dostoyevski katil değildi. Yani çok çoğaltılır bu tür örnekler. Flaubert’i de anımsayalım “Madem Bovary benim” demesi gibidir kurgu.

    Çok hayal kırıklığı yaratan örnekler de var. Kitabı okuduğumuzda çok güzel kitap, ama sinemada gördüğümüzde hayal kırıklığı. Bazen tersi de olabiliyor sinemada. Ender, evet ama yetkin başarılı örnekler de var, ama ne yazık ki azınlıkta.

    Çok az evet. Siz nasıl buluyorsunuz bir edebiyatçı olarak bu aradaki ilişkiyi? Başta Hamlet örneği var dediniz. Aklınıza gelen başka örnekler var mı?
    Eskilerden de, yenilerden de var, yeni örneklerden çok iyi olanlar var. Germinal’i (Yön: Claude Berri, 1993) çok başarılı bulmuştum ben. Hem duyarlı hem başarılıydı. Gerçekten de Emile Zola kalksa görse kanımca diyebilir ki işte film olarak Germinal’dir. Bir de Murnau’nun filmlerini Nosferatu’sunu önemli buluyorum ben. Çünkü dışavurumcu Alman sinemasını çok seviyorum. Dışavurumcu Alman sineması kendi dönemini gelmekte olanı faşizmi  resmi de öyledir onların çok güçlü hissetmiştir. Ben dünya sinemasına baktığımda, dönemlerini başarıyla vurgulayabilmiş ülke yönetmenlerini özellikle önemsiyorum. Tarihlerine yönelttikleri eleştirel bakışın hayatla örtüşen akı- şı sanatla donandığında etkili ve unutulmaz oluyor. Dışı vurumcu Alman sinemasından Fritz Lang, Ernst Lubitsch ve diğerleri asla eskimeyecekler kanısındayım. Örnekler çoğaltılabilir yeni gerçekçi İtalyanlar, Sovyet sinemasının büyük adları, Fransızların yeni dalgacıları… Yaşadıkları çağın toplumsal algılarını filmlerindeki bireylere aktarırken bizlere nasıl zengin, önemli kayıtlar bıraktıklarına o filmleri her izleyişimizde tanık olabiliriz. İspanyol sinemasının unutulmayanları Endülüslü Köpek (Un Chien Andalou, Yön: Luis Bunuel,1929), Altın Çağ (L’Âge d’or, Yön: Luis Bunuel, 1930).

    Bunuel ve Dali’nin, arkadaşlarının arasında kimler yok ki, Max Ernst, Stravinski, Lorca, Dessau, şair, yazar, müzikçi adları peş peşe gelebilir. Hiçbiri, özellikle de Bunuel ortaçağ kalıntısı hiç bir anlayışa dayanmıyordu. Kilisenin dogmalarına sürekli karşıydı. Gerçeküstücülü- ğün altın çağı, ilk adamları… Hâlâ daha aşılmış bir sinema örneği değildir. Bu başarıları kendi ülkeleriyle, dünyayla olan zihinsel ilişkilerine bağlı. Çünkü sanat bellekle, birikimle, akılla yapılan bir şey. Bütün gördüklerinizi yaşananları, olayları topluyorsunuz, onların bir sağlamasını yapıyorsunuz.

    Bir sanat davetiyle Almanya’da iki yıl bulundum. Televizyon sık sık Nosferatu’yu (Yön: F. W. Murnau, 1929) oynatır. Hatta ben başta, “Ya bu kan içen adam yine mi çıktı ortaya?” diyordum. Bir gün “Yeniden bir seyredeyim” dedim. İzleyince böylesi acıklı bir varlık olamaz diye düşündüm. Gece kalkıp insan kanı içerek yaşayan bu adamın şanssızlığı, dokunaklı çaresizliği sarsıcıydı. Bunu nasıl başarmıştı? Murnau ‘Erken Alman sineması’yla dikkatle ilgilenmeme neden oldu. Dr. Caligari’nin Kabinesi (Das Cabinet des Dr. Caligari, Yön: Robert Wienne, 1921) gibi filmlerle. O zaman anladım ki bütün bu duygular, bütün bu yaklaşımlar çok değerli bir birikimin ödünsüz bir tartışmanın sonuçlarıdır.

    Sinemayı o açıdan önemli buluyorum. Eski bir örnek verdim ama günümüzde herkesin bol bol kan içen vampir adam filmi çektiği dönemde, Murnau’nun filmi farklı bir bütünün içinde işlenmiş, ekspresyonist sinemanın büyük filmlerinin içinde yerini alıyor. Şuna buna öykünerek, benzeterek değil, kendine ait olarak sağlam bir yer alıyor.

    Türk sinemacılarının Türk edebiyatını ne kadar kullandığını düşünüyorsunuz?

    Halit Refiğ’in de bir iki çalışması var, Aşk-ı Memnu (1975) televizyon dizisi değil mi? Ben görme fırsatını bulamadım hâlâ ama iyi konuşuluyor hakkında. Değerli bir yönetmendir Refiğ elbette o duyarlılığı yakalamıştır, çünkü önemli bir romandır Aşk-ı Memnu. Gerçek bir yazarın, Halit Ziya’nın kitabı. Onun dışında Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray, 1981) ve Ağrı Dağı Efsanesi (Memduh Ün, 1975) eserleri var. Anayurt Oteli’ni de (Ömer Kavur, 1987) beğeniyorum. Zaten yazarın kendisinin, Yusuf Atılgan’ın da beğendiği biliniyor. Çok iyi yapıldığını söylemiş.

    Tabii iki ayrı dil var ortada. Bir metni görselleştirmek, okurun elinden onun ilerleyeceği özgür bir yolu almanız demektir. Bir kitapla bir okur, bir yere doğru yol alır. Deminden beri konuştuğumuz, yineleyip vurguladığımız şey: “Sizin birikiminiz doğrultusunda okuduğunuz kitap size ufuk açar, yollar açar”.

    Sinemada öyle değil, daha önce okumuş olduğunuz bir şeyi somutlaştırıyor, coğrafyasını, kentini, zamanını yüzlerini getiriyor.
    Benim Sinemalarım için aldığım eleştiriler çoğunlukla okurlarımdan geldi. “Biz Nesibe’yi öyle düşünmüyorduk, istemiyorduk Nesibe’nin yüzünü görmek” dediler. Ama sinemada zorunlu olarak resimliyorsunuz çünkü sinema resimlerle anlatan bir sanattır.

    Görsel bir malzemeden zihne doğru dönmek, sinemacının iç enerjiyi ne boyutta yoğunlukta verebildiğine bağlı. Bir de sizin bunu ne kadar alabildiğinize. Bu zor bir şey. Ben öyle düşünüyorum. Zaten başarılan örnekler de az olduğuna göre. Hele ‘Anayurt Oteli’ üstelik daha çok zihinsel bir metindir. Düşünce, değişim, kendini kaybetme. Yani gazete haberi olmayan bir film. Olaylara dayanmayan durumları ele alan filmler zorlayıcıdır. Böyle bir senaryonun çekimi her zaman titizlik ve düzey ister. Çünkü sinemada alışılmış bir şey var, “Müthiş bir konu buldum ben bunu çekeceğim”. O müthiş konu genellikle ki o da eleştirilemez  bir olayın oluşumu, bir kişinin vurgulanmasından ibaret. Belki o tür bir konuyu çekmek daha kolay. Ama dediğim gibi iç enerjiyi, pathosu anlatmaktır asıl bence zor olan.

    Bugün görülecek olan filmi4 ben aşkla seyrettim. Sevdiğim bir film oldu. Neden? Bir kere başarılı. Edebiyat uyarlaması bu da. Bohumil Hrabal’ın. Aynı yazarın bir de Sıkı Kontrol Edilen Trenler’i vardır, çok güzeldir.

    Bu Doğu Avrupa edebiyatı bizim fazla yakınlaştığımızı sanmadığım bir edebiyat. Ama özgün, güçlü, başarılı bir edebiyat. Hele mizahları ayrıca güçlü. Bu adamların mizahında böyle yerlere düşerek gülmek yok. O trajikomik denen olgunun çok ince bir çizgisi var. Bunu iyi, etkili bir bi- çemle yapıyorlar. Doğu Avrupa böylece bu kendine ait olağanüstü mizahı ‘satir’i meydana getiriyor. Son günümü bu filme ayırmıştım geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde. Filmden çıkarken dövünerek çıktım, “Ben bunu baştan niye görmedim, ben bu filmi niye sona ayırdım, üç defa görmeliydim!” diye. Çünkü bu adamlar sizi güldürürken, o kadar insani bir sıcaklığı da taşıyorlar ki, içinde kaçınılmaz bir hüzün de var tıpkı hayat gibi.
    Bu tür trajikomik yapı hiç de kolay elde edilir bir şey değil. Ya durum komedisi yaparsınız, herkes kahkahalarla düşer kalkar yahut tuhaf kaba diyaloglar olur, o da size ters gelir gülersiniz. Burada o yok. Bir de kadınlara bu kadar güzel bakan bir yazar ve yönetmen, nasıl böylesine duyarlılıkla konuyu ele alırlar önemli bir sorudur… İnanılmaz bir şey. Kutuların içinde ipeklerle büründürülmüş, saklanmış size benzersiz çiçekler sunuyormuş gibi. Ve bu sunulan kadınlar parayla yatılan kadınlar, ama hayata bir başka türlü gözlükle bakıyorlar. Düşünebiliyor musunuz başkahraman adam hapisten çıkarken şöyle diyor. “Ne kadar şanslıyım on küsur yıl içerde yatacaktım ve bir hafta önce dışarı çıkarıyorlar”. Bu müthiş bir şey. Belli bir sistemi eleştiriyor ama o eleştirilen sistemin içindeki eleş- tiren de eleştirilen de bir arada, o kadar insani gariplikler yaşıyorlar ki bir erk varsa erke boyun eğen de komiktir erk de komiktir dedirtebiliyor size.

    Ben Doğu Avrupa sanatını edebiyatını, Macarlar da dâhil, beğeniyorum. Mesela son dönemde bir Romen filmi vardı: Bükreş’in Doğusu (East of Bucharest, Yön: Corneliu Porumboiu, 2006) böyle yalın bir film nasıl oluyor da, böylesine etkili olabiliyor. Çok sade, hem de büyük yatırımlar yok, Amerikan filmlerindeki gürültü patırtı, bunların hiç- biri yok. Siz oturuyorsunuz ve karşıda size bir kapı açılı- yor. Belki yaşamadığınız bir dünya ama onu hemen tanımaya başlıyorsunuz. Ve tanıdıktan sonra hareket ediyorsunuz. Bütün sanatlar buna yarar. Yani görüp orada bırakıp çıkmaya unutmaya engeldirler.

    Şu anda yeni Türk sinemasına baktığımızda ana akım sinemasında Çağan Irmak, Yavuz Turgul gibi daha dü-zeyli örnekler var, ama özellikle daha bağımsız filmler yapan yönetmenlere baktığımızda Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi dünya sinemasında da tanınan, takip edilen yönetmenler var. Kitaplarınızdan hangileri filme çekilsin diye sorduk, ama şimdi benim sorum şu: Hangi yönetmen sizin kitaplarınızı uyarlasa sevinirdiniz?

    Ben pek çoğunu beğeniyorum. Geçenlerde galiba Yumurta (Yön: Semih Kaplanoğlu 2007) filmiyle ilgili Sinan Çetin “Bu festivallerde öyle filmleri seçiyorlar ki içeri girerken bir hanım kocasına, bu festivalde ödül alan filmlere beni bir daha getirme dedi, Sinan Çetin ‘çok kötü oluyor filmler’ dedi” demiş. Sinan Çetin de Yumurta’dan böyle bahsederse… Sonra Sinan dönüyor diyor ki “Ben haksızlık ettim orada, onu demek istememiştim!”
    Festivallerde bir jüri vardır, bunu hiç unutmamak lazım, jürinin değerlendirmesidir o. Bunu önden böylece kabul etmiş olursunuz. İtiraz etmek, vay efendim bu ne bi- çim seçim demek yersizdir abestir.

    Sinan Çetin’i sinemayla uğraşmış, şu anda yapımcılık yapan sinemadan biri olarak tanıyoruz. Ama Semih Kaplanoğlu’nun filmini eleştirmek nereden çıkıyor?

    Yumurta başarılı bir film. Kalabalıklar gitmiyor olabilir. Kalabalıklar benim kitaplarımı da harıl harıl almıyorlar. Alsalar da “Aman Füruzan çıkmış, kim bilir neler neler yazmıştır” denecek hiç bir şey yazmıyorum kanısındayım. “Ben bunları yazmalıyım kesinlikle” dediğim şeyleri yazıyorum. Beğenirler beğenmezler, bir şeyi bir sanat yapıtını ortaya bıraktığınızda o her türlü görüşe açıktır. Ama o her türlü görüş içersinde yazar kendi özgün dünyasına baktığı açıdan o görüşlerin kimini önemser kimini önemsemez.

    Semih Kaplanoğlu’nun bir filmini görmüştüm, Herkes Kendi Evinde (2001). O da önemli bir filmdir. Bazı filmlerde sekans hatırlarsınız. Filmde iki adamın lokantada buluşup konuşması var. Biri komünisttir Sovyetler’e gidip geri dönmüştür, öbürü hiç bir yere gitmemiştir. Filmdeki o bö- lümü aynen hatırlıyorum. Film başarılıdır. İçinde yer yer eleştireceğimiz şeyler olabilir. Yumurta da bence başarılı- dır. Kaplanoğlu kendi sinema dili içinde belli bir olgunluğa gidiyor.

    Herkes ilk filminde en başarılı film çekmiyor. Öylesi de var elbette ama olmayabiliyor. Yani dışarıdan sanata kurallar getirmek, böyle böyle yapılmalı, kurallar bunlardır demek yanlış, yersiz. Piyasanın filmi olur herkes gider, ona kimsenin bir şey dediği yok. Keşke bütün o filmler daha çok para kazansa da bir sinema sanayi kurulsa. Herkes bir film çekmek için 2 sene, 3 sene para arıyor. Yazık değil mi, bu kadar yetenekli insanlar niye öyle çabalasınlar? Dışarıda festivallerden ödüller alıyorlar, Oscar hariç ,Oscar çok mu önemli?

    Sinema bir sersemletme makinesi mi olsun, öyle mi isteniyor? Gireceksiniz içeri, müthiş gürültülü, kanlı bir kargaşa olacak karşınızda, parça parça seslerle, bedenlerle çıkacaksınız. Ah ne kadar eğlenceli! Bütün hayatı böyle yaşamak isteyenler için dünya kadar film yapılıyor. Her yıl ABD nerdeyse milyonlarca film çıkarıyor.

    Adamlar dünyada bütün iletişimin tüm işitsel, görsel, büyük küçük bu tür aygıtların aklınıza ne gelirse toplamı- nın % 97’sini ellerinde tutuyorlar. Daha ne diyeyim? Ne demek bu rakam bir düşünelim % 97! Dehşet bir şey.

    Durmadan gişe filmi sanat filmi bu böyledir şöyledir diyoruz? Tıpkı başta dediğim gibi beğendim beğenmedim. Bu tür değerlendirmelerimizi açıklamalıyız, bir sözcükle geçiştiremeyiz. Hayat bu kadar kolay yaşanıyorsa öyle ya- şayanlara çokça gişe filmi var. Yukarda değindiğimiz yönetmenlerle ben de çalışmak isterim. Yalnız onların kendi senaryolarını oluşturmaları bana daha doğru geliyor.

    Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan sineması için ne düşünüyorsunuz?

    Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’sinden sonra gördüğüm (çünkü onu da senaryo, diyaloglar, anlatım olarak gerçekten beğenmiştim) Beş Vakit’i (2006) de çok başarılı. Özgün bir sinema oluşturma çabasındalar. Zeki’de öyle. Konvansiyonel bir sinema yapmıyorlar. Bu yaklaşım benim sanatlardaki etik anlayışım açısından çok önem ve değer verdiğim bir yaklaşım. Bu arkadaşlar bunca çaba sonucu güzel çalışmalarını sürdürürken, ne olursa olsun sinemadan caymazken filmlerine çok alttaki bir çizgiden başlamadılar, gittikçe de yükseltiyorlar. Bu yönetmenler filmlerimiz çok gişe yapmıyor diye gişe filmlerine mi yönelsinler? Benim aniden biraz daha para kazanmak için, şimdi artık ne modaysa o konulara yönelip yazmama benziyor bu. Hayır, bir de ben bu tür bir şeyi beceremem inanın ki. Bazen düşünüyorum nasıl yapılıyor acaba? Uyduruk ızdıraplar, abartılı cinsel şeyler…

    Çok ilginç bulduğum bir şey anlatayım. Demişler ki “Füruzan’ın edebiyatında cinsellik yoktur”. “Haydiii, nerden çıktı bu laflar?” diye şaşıp kalmıştım. Ben edebiyatımda cinselliği de anlattım zannediyordum demek ki yanılmışım. Daha yoğun acaba nasıl olacaktı?

    Benim tuhaf bir anım var. Berlin’den Amsterdam’a gittik arkadaşlarla. “Ben hayatta porno görmedim. Buralarda oynuyormuş görsem” dedim. Bilgim olacak ya her olan bitenden, ben meraklıyım ya! Yılmaz Özkan arkadaşım dedi ki “Bak biz seni oraya sokarız. Hemen çıkarsan pasta paranı sen verirsin”. “Yok dedim ben pekâlâ seyrederim, niye seyretmeyeyim. Ben sabırlı bir seyirciyimdir”. Onlar olacakları belli ki biliyorlar ama ben aymadım: “Biz seni burada bekleriz” diyorlar. “Beklemeyin, bu ne kadar sürer, en az 45–50 dakika, beklemeyin kanalın kenarında” dedim. İçeri girdim. Loş her yan. Küçük bir perde. Fakat salonda oturanların her biri mumya gibi kıpırtısız. Çok tuhafıma gitti. Hiç hareket yok. Herhalde öyle oluyor burası dedim. Daha sahneyi görmüş değilim. Ben önce bu kıpırtısızlığı izledim. Sonra bir yere oturdum. Bir koltuk arayla yanımda bir adamla bir kadın oturuyor, onlar da gerçekten mumya gibi, kasılmışlar. Perdeye baktım şöyle, bir irkildim ne görüyorum diye. Kadın ve erkeklerden ibaret bir sakatat grubu devinip duruyordu karşımda. Tüm iç organları dışına çıkmış gibi. Bu feci bir şey. İnsan bedenini böyle görmek nasıl olabiliyor. Korkunç geldi bana. İnanın iki dakika geçmedi. Nasıl dışarı attım kendimi bilmiyorum. Bu mu? İnsanı, cinselliği, kösnüyü böyle mi anlatacağız? İnsan kendi sevgisiyle birlikte, kendi vücuduyla birlikte kendi var oluşunu tayin eder. Bu kadar aşağılayarak olmaz. Cinsellik de etkili bir şeydir. Ama benim edebiyatımda yokmuş, ee bizden bu kadar!

    Hiç jüri üyeliği yaptınız mı? Biraz onlardan anılar, anekdotlar alsak sizden.

    38. Antalya Film Festivali’nde 10.uncu kez Fjüri üyeliği yaptım. Jüride başkanımız Şerif Gören’di.
    Filmler seyrediliyor. Ben Zeki Demirkubuz’un Yazgı (2001) filmini adam akıllı beğendim. Film Camus’un ünlü Yabancı6’sından yola çıkarak çekilmiş Zeki bunu elbette jenerikte belirtiyor. Büyük Adam Küçük Aşk beğeniliyor, Handan İpekçi’nin filmi. Olabilir, ne yapalım? Ben ve birkaç arkadaş Zeki’nin filmini beğendik. Zor bir film seçkin bir edebiyat uyarlaması, iyi çekilmiş bir film. Sonra tartışmaya oturuldu. Fikrimi söyledim. Fakat diğerleri beğenmemişler. Ben de “O zaman karar ‘oy birliği ile’ diye değil, ‘oy çokluğu ile’ diyerek açıklansın” dedim. Bu ‘oybirliği’ nitelemesi yanlış bir açıklamadır arkadaşlar, sonuçları hep böyle açıklıyorlar. ‘Oy çokluğu’ diye dürüst bir açıklama yapılmalı. “Tutanak tutulmalı, tutanak yazılmalı. Burada çoğunluk oyu yok, seçilen konvansiyonel bir film benim için, siz seçtiniz seçiminize bir şey diyemem” diye de ekledim.

    Sonra festival başkanıyla konuştum, “Bakın bu filmde benim şu arkadaşların oyu Zeki Demirkubuz’un filminedir. (Adlarını anmayayım şimdi, kendimden bahsediyorum bilenler bilir) Ben kişisel olarak böyle bir tutanağı gerekli buluyor ve istiyorum. Tutanak yazılacak imzalayacağız. Gerçekten o şimdi Antalya Film Festivali jüri seçimleri dosyasında yerini aldı. Benim için olumlu bir anıdır bu. Sonra bu karşı çıkışım etrafa yayılmış, yayılmayacak gibi de de- ğil. Bir gün sinemaya gidiyordum, karşıdan Nuri ve Zeki geliyor. Zeki “Neler yapmışsınız gene?” dedi. “Bir şey yapmadım, beğendiğimi savundum, tek arzu ettiğim ‘oy birliğiyle’ değil ‘oy çokluğuyla’ olduğunun sonuçta açıklanmasıydı. Açıklandı da. Bu tür açıklama çoğunlukla yapılmıyor biliyorsunuz, bunun kesinlikle yapılması gerekir kararların inandırıcılığı açısından. Oy çokluğu başka, oy birliği başka bir değerlendirmedir.
    a bir değerlendirmedir. Bir şeye daha değineyim: Angelopoulos’un7 Kumpanya’sını (O Thiasos, 1975) daha hiç buralara gelmeden Berlin’de görmüştüm. Yanımda bir Rum arkadaşım vardı, o çevirdi ve ben hayran oldum filme. Derken Angelopoulos buraya geldi, iki yıl kadar sonra, İstanbul Film Festivali’ne. Gene her zamanki gibi salon doldu, sonra hızla bo- şaldı, içeride beş on kişi kaldı. Yorum şu oldu: Ne kadar ağır çekilmiş bir film tek planlar bitmek bilmiyor. Canım adam öyle anlatıyor, otur seyret merak et en azından. Sonra Angelopoulos şöhret olunca, herkes ilgilendi yazdı. Bizdeki eleştirinin de kaynakları ünden şuradan buradan geliyor ne yazık ki. Bunlar tanıklıklarımdır.

    Dinleyici Soruları

    Çağan Irmak’ın sizin “47’liler” kitabınızı sinemaya uyarlamak istediğini duymuştum. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

    Evet, okudum ben de. Birkaç gazetede açıklaması vardı. Tanırım Çağan’ı. İzmir’de öğrenciyken tanımıştım. Bir konuşmaya gitmiştim oraya. Son sınıf öğrencisiydi galiba. Zaten heyecanlı bir yapısı var, onu hoşlaştıran ona yakışan bir şey bu. Ben kitaplarımı imzalıyordum. Biri geldi bir sürü kitap elinde. O kadar heyecanlıydı ki- bunu anlatmayı isterim-, bütün o bekleyen sırayı görmeden öne geçti. Sıradakiler çok sinirlendiler haklı olarak. Ben hemen anladım karşımdaki öyle saygısızlık yapacak bir kişi değil. “Şurada durursanız” dedim, “Ha öyle mi?” dedi arkaya geçti. Sonra birçok kez zaman zaman kısa haberleşmelerimiz de oldu.
    Bu isteğini söylüyor, evet, yalnız çok doğru ve önemli bir şey de ekliyor. Bu kitabın filme çekilmesi için bir yapımcının bunu göze alması lazım. Bu filmin hiç ucuz bir film olmayacağı kesinlikle ortada diyor.
    Filmden, Menzel’in filminden bahsederken kadınlara yaklaşımından söz ettiniz. Bir kadın yazarsınız. Sinemadaki ve edebiyattaki kadın karakterlerle ilgili sormak istediğim bir şey var. Oyuncular hep yeterince sağlam kadın karakter çıkmamasından şikâyet eder. Yabancı oyuncuların röportajlarında da sıklıkla okudu- ğum bir şey bu.

    Siz bunu böyle görüyor musunuz? Edebiyatta ve sinemada güçlü karakter deyince sizin aklınıza gelenler hangileri? Sizin yazdıklarınız dışında.

    Ben yazarım. Kadınım ve yazarım. Erkeklere erkek yazar denmediği sürece; sanırım hiç de denmeyecek gibi görünüyor! Ben kadınım/Yazarım evet. Bu bir sıfat herhalde! Nasıl bir sıfat!
    Fakir Baykurt’un romanları geliyor hemen aklıma. Fakat o kahramanlar erkeksi bir kadın gibi çizilmiştir. Yani eline baltayı alıyor.
    Bizde feminist harekette garip bir yaklaşım varki saygı duyulacak bir harekettir feminizm. Tam hedef olarak sistem gösterilmedi hiçbir zaman. Hedef açıkça sistem olmadı. Siz sistemi hedef alarak gösterirseniz o sistemi yönetenler zaten erkeklerdir. Erkeklerin binlerce yıllık, sistem içindeki yöneticilikleri onları yozlaştırıp duyarsızlaştırmıştır kaçınılmaz olarak. Yani bir insan düşünün ki dünyaya gelmesinden başlayarak bütün hayatı emir kabul etmek ve emir vermekle geçiyor. Ve sistemin içinde sizin tanımlanmanız, ayrımınız kadının tanımlanması hep ‘o sistem’ tarafından yapılmış. ‘Buna hayır diyebilmeniz için nasıl bir yapıda olmanız gerek’ çok açılım taşıyan bir soru?
    Erkeksi olmak ister istemez burada ortaya çıkıyor. Onun gücünü öbürüyle tarif etmeye başlıyorlar. Irazca8 kişiliği neredeyse bir erkek gibidir. Irazca yönettiği bütün kadınlara da böyle davranır. Ama çaresi yok. Yani yumuşak ve sevecen olarak toplumda pek bir şeyi düzeltemiyor sanki kadın. Çünkü karşı tarafın silahları bunlar değil.

    Demin Madam Bovary9’den bahsettik burda dikkat çekici olan cinsellik (namus) taşıyıcılığının kadına yüklenmesidir. Aşk cinayetlerinin kurbanları da kadınlardır. Bırakılabilirler fakat erkeği terketmeleri suçtur. Elbette erkek aşık olduğu sürece. Kadınların trajik, kanlı genel tarihi budur.
    Yirminci yüzyılda Sosyalizme girişte parlak kadın kişilikler var. Rosa Lüksemburg hemen aklıma gelenlerden biri. Simone de Beauvoir ve gibiler önemli açılımlar getirdiler. Oysa üçüncü bin yılda dinlerin nerdeyse tüm coğrafyalarda yükselişi, yükselmeyi sürdürmekte oluşu kadın hareketlerinin önemini bence şimdi çok daha da ciddiye almamızı gerektiriyor. Hem de zıt iki uçta, gelenekselle aydınlanmacı Sosyalist deneyimin nerdeyse her noktada silinmesi, sistem tartışmasının kaçınılmaz güncelliğini daha da keskinleştiriyor. Tüm ahlak vaazları bence politiktir bu da hiç unutulmamalı. Bir de yer küredeki menkul ve gayri menkul maddi varsıllığın sahipleri yüzde 95 oranında erkekler; kalan yüzde 5’te de yine erkek parmağıyla sahiplenilmiş kadınları görüyoruz. ABD’li TV show’cusu Ünlü Oprah’ı bunun dışında tutarak… Anna Karenina10da nefis bir karakterdir. Bovary’le o intiharı seçen kadınların edebiyattaki kraliçeleridir. Toplumun onayladığına karşı koyanların, kadınların amansız sonunu çizerler.

    Şimdi bunlar 19. yy. karakterleri. 20. yy.’ın karakterlerine baktığınızda kim çıkıyor karşınıza? Birinci adımda çarpıcı olan çıkıyor ortaya, bir şeye karşı çıkan, ikinci etapta cezalandırılan yine onlar. Bu ceza çeşitli biçimlerde olur, toplumun dışına atılarak örneğin. 20. yy.’da, kadının en büyük niteliği diye şirket yöneten kadın olmak, hep yöneten kadın olmak önemseniyor. Tabi yönetsinler, tabi işin içinde olsunlar, bunları söylerken bunu da eklemek zorunda kalıyorum çünkü karşıymışım gibi anlaşılmasın. Ben kadınların ne kadar çok yerde olabiliyorlarsa olmaları gerektiğine inanan biriyim. Çünkü bu eşit güç paylaşımı- dır. Ama onlar oraya geldikleri zaman ne yazık ki sistemin genel geçer kurallarıyla uyum içindeler. Uymuyorlar mı? Şimdi ben kime kuvvetli diyeyim? Geneli konuşuyorum, bunun özel örnekleri olabilir. Edebiyattta da çok sık görmüyoruz. Şimdi Janne D’Arc demeyelim, çünkü o ilahi bir yüklemle haleyle çıkıyor ortaya, üstelik erkek kıyafetiyle, kılıcıyla. Doğru bir örnek değil. Gruşenka olabilir bakın. Yani Dostoyevski’nin Budala’sındaki Gruşenka da güçlü bir kadındır. Paraları yakar, adamları aşağılar. O acılarla da ayakta olsa duran kadındır. Ama o Gruşenka neyi temsil ediyor? Romanda da ahlaklı gösterilmiyor. Çok saygı değer sayılmıyor, tuhaf bir kadın; biraz öyle biraz böyle, babayla da yattı oğluyla da. Ben bu kadınlık durumunun erkeğe eşit noktaya gelip kolay kolay toparlanacağını, hele 3. bin yılda olabileceğini hiç zannetmiyorum. Bu konuda karamsarım. Ne yazık ki güzel güçlü, olumlu bir cevap veremiyorum.

    Füruzan Kimdir?
    İlk kitabı Parasız Yatılı’yla 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. 12 Mart dönemini anlattığı ilk romanı Kırk Yedi’liler ile 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazandı. Öyküleri denemeleri başta Almanca olmak üzere Fransızca, İspanyolca, Farsça, İtalyanca, Japonca, İngilizce, Rusça, Bulgarca gibi birçok dile çevrildi. 1988–1990 yıllarında çektiği Benim Sinemalarım filmi 1990’da Cannes Film Festivali’nin “Eleştirmenlerin 7 Günü” ve “Altın Kamera” bölümlerinden çağrı alarak 158 film arasından seçilen 8 filmden biri olarak gösterime girdi. 1991’de uluslararası İran Fejr Film Festivali’nde, Uluslararası Jüri’den “En İyi İlk Film Jüri Özel Ödülü”nü kazandı. 1991’de Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde seçilen “En İyi 10 Asya Filmi” arasında yer aldı. (2000– 2004). 2007’de DİE Kurumunun onur ödülünü aldı. 2008’de İzmir Pen Edebiyatçılar Birliğince Öykü Onur Ödülü verildi.

    Başlıca Eserleri
    Gül Mevsimidir (1985) (öykü)
    Gecenin Öteki Yüzü (1982) (öykü)
    Benim Sinemalarım (1973) (öykü)
    Kuşatma (1972) (öykü) Parasız Yatılı (1971) (öykü)
    Berlin’in Nar Çiçeği (1988) (roman)
    47liler (1974) (roman)
    Balkan Yolcusu (1994) (gezi)
    Ev Sahipleri (1981) (gezi)
    Yeni Konuklar (1977) (gezi)
    Lodoslar Kenti (1991) (şiir)

     

    Kaynak: Sinema Söyleşileri 

     

    YORUMLAR

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.